radyobir
radyobir

"İlkel kabileler, konfor ve yayılma politikası gütmez!"

Amazon Ormanlarında nispi nem oranı yüksek olduğundan ve hava hareketleri düşük olduğundan yangın ve yangının yayılma eğilimi çok düşüktür. Ayrıca ilkel kabileler medeni kabilelerden daha çevreci ve korumacıdır. Çünkü, konfor ve yayılma politikası gütmezler.

20 Haziran 2014 14:58 | Güncelleme :21 Haziran 2014 10:59 | Kategori:

  • YÜKSEL ÖZCAN 
  •  (Orman MühendİSİ-Turçek Üyesi)
  •  RÖPORTAJ: @SEZAİ ŞENGÖNÜL

Yüksel Bey, sizi tanıyabilir miyiz? Aile kökleriniz, eğitiminiz ve mesleğiniz hakkında okuyucularımız bilgilensinler...

Aile köküm, her Türk gibi Orta Asya ‘Oğuz’ boyundan gelir. Artvin ve çevresine yerleşmiş 5 Atabey Soyundanız. Ahıska Türklerinin Ahıska Türkçesi konuşan soyundanız. Kaç asır geçmesine rağmen dilimizde hiçbir erozyon olmamıştır.1968 Şavşat doğumluyum. 2 kız 3 erkek toplam 5 çocuklu, çiftçi ailemin en küçüğü olarak dünyaya gelmişim.1 yıl sonra babam vefat edince emektar annem hem analık hemde babalık yaparak hepimizi yetiştirmiş. Ben ailenin en küçüğü olarak ağabey ve ablalarımın yardım ve gayretiyle ilk, orta ve lise eğitimimi Çayeli lisesinde tamamladım. 1987 yılında İ.Ü Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölümünde eğitimime başladım. 1991 yılında Botanik Anabilim Dalında Prof. Dr. Faik Yaltırık Bey’in yönettiği, ‘İstanbul ve Türkiye Park ve Bahçe Bitkilerinde Kabuk Morfolojisi ve Kabuğun Farmakolojide Kullanımı’ konulu lisans tezimi tamamlayarak Orman Mühendisi oldum. Ardından, Arhavi Devlet Orman İşletmesinde yevmiyeli larak 2 yıl çalıştıktan sonra Orman Genel Müdürlüğünde kadrolu memur olarak göreve başladım. Şu an yönetici pozisyonundayım..

Ahıska Türkü’sünüz… Ahıska Türkleri hakkında bilgi alabilir miyiz kısaca, kimlerdir Ahıska Türkleri. Türkiye de kaç kişiler, dünya da toplam kaç kişiler, istatistiki olarak bilgiler nedir  yani…

Ahıska Türkleri, bugün eski SSCB coğrafyasına ve Türkiye'de dağınık olarak yaşamaktadırlar. Nüfusunun 350 ile 400 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Ahıska Türklerinin en belirgin özellikleri nelerdir?Bir kaç tane sayacak olursanız...

Ahıskalıların en belirgin özelliği savaşçı olmalarıdır. Doğru, dürüst ve dik duran bir soyun mensubudurlar… Kim olursa olsun büyüğe saygı gösterirler. Küçükler korunur. Eğitime düşkündürler.

Sizce günümüzde; dünyada ve Türkiye'de Ahıska Türklerinin belli başlı problemleri neler, var mı bir problemleri…

Sürgündeki Ahıska Türkleri maalesef vatandaşlık haklarını alamamanın acısını yaşamaktadırlar. Peşmergeler bile vatandaş olabildikleri halde Ahıska Türkleri olamamışlardır.

Peşmergeler bile vatandaş olabildikleri halde…

Orman Mühendisisiniz… Diğer mesleklerden bu mesleği ayıran önemli özellik nedir sizce?

Uzun vadeli planlamayla çalışan tek mühendisliktir. Kişileri değil nesilleri düşünür ve asırları planlar.

En kısa vadeli planlaması 20 yıldır. Açık havada çalıştığı için tabiat olaylarından kaynaklanan riskleri bile planlamak zorundadır. Olmadı, tekrar planlamalar ve değişiklikler yaparak Ormanların devamlılığını sağlamak ve korumak zorundadır.

Türkiye’de bu mesleğin hakkı veriliyor mu, Orman Mühendislerimiz kalifiye ve donanım açısından nasıl bir seviyede?

Mesleğimizin bu yönüne iki yönden bakmak lazım. Mesleğe hakkı veriliyor mu, meslek mensuplarına hakkı veriliyor mu, diye. Hak kelimesinin anlamı büyük. O yüzden cevabım olumlu olamayacak maalesef. Ne mesleğe hakkı veriliyor, ne de meslek mensuplarına hakkı veriliyor. Kalifiye ve donanım açısından da maalesef fazlaca olumlu düşünmüyorum. 1978 yılına kadar Orman Mühendisleri tamamen planlama, yöneticilik ve deneticilik görevi yapıyordu. Uygulayıcılar ise Bolu ile Bursa Orman okullarında eğitimini tamamlayan Orman Teknikerleri idi. Ve bu insanlar gerçekten uygulamaya yönelik bilimsel donanımlı kalifiye teknik adamlardı. Ancak bu okullar sonra kapatıldı. Ve Orman Fakültesi mezunu Orman Mühendisleri, teknikerlerin yerine görevlendirildiler. Yıllar gösterdi ki Orman okullarında verilen eğitimle, fakültede verilen eğitim arasında uçurum varmış. Çünkü, Orman okullarında eğitim veren eğiticiler bizzat uygulayıcılar idi. ve işin gerçekten uzmanlarıydı. Ama fakültedekiler, sadece literatür eğitimi veren eğiticiler idi. Uygulayıcılar burada ders vermiyordu. Bu nedenle Orman işletmeleri uygulama açısından daima geriledi. Son yıllarda fakülte sayılarının artmasıyla eğitim kalitesi daha da düştü. Meslek mensuplarına verilen hak açısından bir değerlendirme yapacak olursak. Yine 1978 yılına kadar meslek mensuplarının hakları veriliyordu diyebiliriz. Bu tarihten sonra meslek mensuplarının hakları alınmaya başlandı. Okuldan yeni mezun olan Orman teknikerleri ve Orman Mühendisleri hemen iş başı yaparlardı, işe başladıklarında neredeyse o zaman ki milletvekili maaşına eşit aylık bağlanırdı. Şimdi ise mezun olduktan 10 yıl sonar asıl mesleğinize başlayabiliyorsunuz, maaşınız ise vekil maaşının 5’te biri bile değil. Mesleğin hakkı beşte bire düşmüş olmuyor mu, bu durumda.

Kahvehane veya çilingir sofralarında…

Batı’da, Avrupa’da ya da başka ülkelerde bu meslek mensuplarının durumu nasıl, dünya da ‘Orman Mühendisliği’nin en iyi olduğu ülke/ler hangisi?

Her mühendislikte olduğu gibi daha iyiler. Haklarını alıyorlar. Daha küçük alanlardan sorumlular o yüzden daha verimli çalışıyorlar. Mesela, Türkiye de Orman Mühendisleri 20 Bin hektar alanlı Orman ile sınırlandırılmış Orman İşletme Şefliklerini idare ediyorlar. Diğer ülkelerde ise aynı konumdaki insanlar 4-5 Bin hektar alanlı Ormanla sınırlandırılmış şeflikleri idare ediliyorlar. Hem sorumluluk ve uygulama alanı küçük, hem maaşları büyük. Meslek mensuplarının en iyi olduğu ülkeler elbetteki Ormancılığın beşiği olan Almanya, Fransa, Avusturya ve Finlandiya ile Kanada. İnşaallah birgün Avrupa birliğine gireriz de (bazı hakları bu vesileyle ülkemiz kazanır belki) Orman Mühendisleri hem daha küçük alanlarda çalışır, hemde kıymetlenirler.

Orman yangınları çıktığında genelde; "Hah işte bak oraya birileri yerleşecek, Ormanı yaktılar, turizme açacaklar” vb. gibi laflar duyarız. Bu sözleri, işi iyi bilen birisi olarak, siz nasıl yorumlar ve değerlendiriyorsunuz. Doğruluk oranı tabii ki var, ama her yangın da bu sebepli değil herhalde? Gerçek ne öyleyse

Bu laflar ya kahvehane yada çilingir sofralarında düşünmeden sarfedilen sözlerdir. Çünkü, yangın öncelikle adli bir vakıadır ve savcılık soruşturması başlatılır. Herşeyi kayıt altına alınmış bir yangın alanı Orman ise burasının tekrar orman oluşuna kadar geçen sürede hem savcılık, hem idare takip eder. Yanan binalar nasıl ki, yeniden imar ediliyorsa, yanan ormanlarda yeniden imar edilmektedir. Ya korumaya alınır, tohumdan çıkan fidanların bakımıyla orman yeniden oluşturulur ya da fidan dikilerek Ormanlar yeniden imar edilir. Yanmış yer, turizme yaramaz zaten. Bununla birlikte artık Orman idaresinin teknolojik ve stratejik imkanları daha fazla ayrıca da güçlü. Bu nedenle dikkat ederseniz geçmişe nazaran hem yangın sayılarında hemde yanan orman alanlarında büyük düşüşler var. Akademik araştırma sonucu hazırlanan bir rapor geçen aylarda ‘Orman Mühendisleri Dergisi’nde yayınlandı. 25 sayfalık raporda bir önceki 8 yıl ile geçen 8 yıllık yangın ortalamaları karşılaştırılmıştı.

Bir önceki 8 yıllık dönemde: Yıllık ortalama 2123 orman yangınına karşılık, 13257 ha orman alanı yanmışken, ve yangın başına düşen yanan alan miktarı 6,25 iken… Daha önceki 8 yıllık dönemde; Yıllık ortalama orman yangın sayısı %4 azalarak 2040, yanan orman alanı ise %32,5’lik düşüşle 8939 ha. olmuş, yangın başına yanan alan miktarı ise 4,38 ha. olarak gerçekleşmiştir.

Birde gülünç bir hal daha var aklıma gelen… Mesela Amazon Ormanlarında birden fazla ilkel kabile yaşıyor ama ben hiçbir zaman orada böyle bizdeki gibi anlı şanlı yangınlar çıktığına şahit olmadım, bu durumda çok garip değil mi?

Amazon Ormanlarında nispi nem oranı yüksek olduğundan ve hava hareketleri düşük olduğundan yangın ve yangının yayılma eğilimi çok düşüktür. Ayrıca ilkel kabileler medeni kabilelerden daha çevreci ve korumacıdır. Çünkü, konfor ve yayılma politikası gütmezler.

İlkel kabileler medeni kabilelerden daha çevreci ve korumacı…

Peki, Orman yangınlarını azaltmak için daha ne eksik-gediklerimiz var ki, bu kadar yetersiz kalıyor gibi görünüyoruz ormanlarımızı korumada…Ve sizin önerileriniz neler olur, bunları Türkiye olarak daha fazla yaşamamamız için…

Orman yangınlarının tek sebebi var; o da insan. İnsansız ormanında bir anlamı yok. O zaman çocukken eğitime başlamalıyız. Bir de Ormanlara hepimiz sahip çıkmalıyız. Çünkü Ormanlar vakıf mallarıdır. Tüm Ormanların tapu kayıtlarını incelerseniz özellikle İstanbul ve çevresi, malik hanesinde şu ibareyi görür ve okursunuz "Zin-i Şan Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’’. Vakıflar ise devletin tapusudur. Haliyle bu bilinci çocukken aşılamalıyız insanlarımıza. Bir de Ormanları sadece Orman idaresi korur, Orman idaresi yangın söndürür anlayışını kırmalıyız bir şekilde. Ormanlar hepimizindir. Özellikle İstanbul için bir tespiti burada dile getirmek istiyorum. Yaklaşık % 50’si Orman olan İstanbul 20 milyon insan tehlikesini barındırıyor. Lafa gelince ‘Akciğerimiz, yüreğimiz yandı’ başlıklarını atan medya, yılda kaç defa, kaç saniye Ormanları koruyan mesaj yayınlıyor? Hiç rastladınız mı, duydunuz mu, gördünüz mü, okudunuz mu. O kadar reklam panoları var. Bu panolarda her türlü duyuruları, ilanları, reklamları, alışları-satışları görürsünüz. Bir defa da "Orman hayattır, hayatınızı karartmayın’ vb. gibi bir ibareye rastladınız mı? ‘ALO 177’ Orman yangını ihbar hattı diye bir duyuru gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü, herkes yalancı olmuş, Ormanı gerçek olarak kimse sevmiyor! Eskiden, Büyükşehir Belediyesi sınırları ormanları kapsamıyordu. Kanunla Ormanlarda Büyükşehir Belediyesi sınırlarına dahil edildi. Ama orman yangınlarına karşı tedbir alan bir birim kurulmadı. Bana göre en öncelikli husus bu durumun bir an önce çözüme kavuşturulması. Otoban yamaçlarını, mevsimlik çiçeklerle donatıp, korumak için çabalayan Büyükşehir Belediyesi, ormanları da yangınlara karşı korumada artık harekete geçmelidir. Çünkü bu Ormanlar 20 milyonun Ormanıdır.

Başka bir soru daha… Biliyorsunuz ‘Yağmur Ormanları’ kurulur başka ülkelerde, erezyonu önlemek ve su ihtiyaçları için. Bizde sanki öyle projeler pek göze çarpmıyor gibi…

Olmaz mı. Son yapılanma ile Bakanlık bünyesinde ‘Çölleşme ve Erozyonla Mücadele (ÇEM) Genel Müdürlüğü’ yeniden yapılandırılıp, faaliyete geçirilerek çok özel projelere imza atılmaya başlandı. Özellikle baraj ve su havzalarında bu tarz ormanlar kuruluyor fakat adı ‘Yağmur Ormanı’ olmadığı için dediğiniz gibi pek dikkat çekmiyor.

Gladyatör Böcek!

Bildiğim kadarıyla geçmişte Adalar Orman İşletme Şefliği görevinde de bulundunuz. Orada epeyce emeğinizin olduğunu basından bende gözlemledim. Fakat şu ‘Gladyatör Böcek’ daha çok dikkatimi çekmişti. Sanırım birde Müze kurdunuz Büyükada’da.. Bunlardan da kısaca bahseder misiniz?

Ekolojik denge çalışmalarım olmuştu adalarda. Bunların en önemlisi popülasyonu azalan böceklerin çoğaltılmasıydı. Bu da Laboratuvar ortamında yumurta alarak kuluçka ile yavru böcek üretme idi. 2005 yılından 2012 yılına kadar her yıl ortalama 10.000 böcek üreterek popülasyonun artmasını sağladık. Bunu yaparken düzenlediğimiz ekoloji gezileriyle de çocuklara ve büyüklere böcek sevgisi aşıladık. Ekolojik denge için böceklerin korunması gerektiğini anlattık ve uygulamalı olarak gösterip, eğitim verdik. İzci çocuklara ve öğretmenlerine, Darüşşafaka öğrencilerine birçok lise öğrenci ve öğretmenlerine ekolojik denge konulu eğitici geziler yaptırdık. 5 senede aşağı yukarı 5000 kişiye ekolojik gezi yaptırdık. Ayrıca ‘Herbarium’da ders yapan üniversite hocaları ve öğrencileri de oldu. Bir çok televizyon programı yaptık. En sonunda belgesel fotoğrafları çekmeye, kısa film yapmaya başladım. Hatta bu konularda ödül alan ender rastlanan belgesel filmlerle ekolojik dengeyi anlatıyorum. Böceklerin kuluçka anneliği ve taşıyıcı annelik yapmasını konu ala, bu olayın besin zincirinden daha önemli olduğunu anlatan makro filmler yapmaya da başladım.

Diğer taraftan adaların florasını insanlara tanıtma ihtiyacı duyduk. Bunun için bitki yapraklarını toplayıp kurutarak bir ‘Herbarium’ oluşturduk. Burada yine eğitim vererek bitkileri tanıttık. Büyükada ‘Herbarium’u Türkiye de, hatta dünya da tek açık olarak sergilenen bitki örneklerinin bulunduğu ilk ve tek Herbariumudur. Burası daha çok yabancı turistlerin ve akademisyenlerin dikkatini çekmektedir. Bu arada ilgili müzemizde yaklaşık olarak 450 bitki örneği bulunuyor. Şu an bu Hebariumu kitap haline getirdim. İlk fırsatta kitap olarak yayımlanacak…

Adalar Ormanlarından sorumlu olduğunuz o dönemlerde, Büyükada'daki ‘Adakule’ de sizin görev alanınız içinde idi. Malum, orada bir de ‘Aya Yorgi Kilisesi’ var. Hemen yanı başında kulenin. Nasıldı ilişkileriniz, kilise eşrafıyla...

Bir kitap olur aslında o süreç. Orada yaşadıklarım. Özellikle Aya Yorgi Manastırındaki, Kalinikos (Zafer) Bey ile anlatılamaz bir dostluğumuz vardı. Çok güler yüzlü ve saygılı bir keşişti. Diz kapaklarından da rahatsızlığı nedeniyle zaman zaman Yunanistan'a gider gelirdi. Aile ziyaretlerinde, Selanik dönüşü annesinin bizlere yolladığı kendi el yapımı reçelleri getirirdi.. Bizde ona karşı hediyeler gönderirdik, yani karşılıklı hediyeleşirdik. Benim hiç terketmediğim bir Peygamber geleneği var. O da, kim olursa olsun, nerede olursa olsun karşılaştığım insanlara hep selam veririm. Zafer Bey ile tanışmamız da o ilk selam sayesinde olmuştu. O da selamımızı aldı. Yanımdakiler buna çok şaşırdılar,’ Niye şaşırdınız’ dediğimde;’Yahu, Papaz hiç selam alır mı’ dediler. Tabii, gülüp geçtim. Hiç unutmayacağım bir anım olmuştu o. Bir gün Kabataş Deniz Otobüs İskelesinde gişeden geçtiğim esnada, bekleyenlerin arasında uzun saçlarından dolayı Zafer dikkatimi çekti. Kalabalık bir ortam olmasına rağmen, elimle omuzuna dokundum. Bana döner dönmez ‘Selamün Aleyküm’ demez mi. Bütün kalabalık gene şaşakalmıştı orada da. Bu papaz mı, hacı mı diye orada da şaşkınlık yaşanmıştı kısa bir müddet.

Bir gün rüyamda…

Orada görev yaptığınız dönemlerde sanırım suyu olmayan Aya Yorgi Kilisesine su kuyusu açarak ilk kez su çıkartılmasını sağlamışsınız. Ardından da size teşekkür edip, minnettarlıklarını iletmek için Yunanistan'dan bir keşiş heyeti gelmiş. Ama bana göre burada asıl ilginç olan o suyun çıkması, bulunması hikayesi...

Evet…Gelelim o su hikayesine. Adalarda Orman yangınlarına karşı tedbir amacıyla tüm orman yollarına yangın hidrantı yani 250 metrede bir su musluğu olan su isale hattı döşettik. Türkiye’de ve hatta dünyada bir benzeri daha yok. Ancak, en tepedeki su musluklarına basınç yetersizliği nedeniyle su çıkmıyordu. Bunların en önemlisi Aya Yorgi Manastırının hemen bitişiğinde tesis edilmiş hidranttı. Daha önce bu manastır, 4 defa orman yangını nedeniyle yanmıştı. Bir daha yanmaması için bu hidrantın ve manastırın suya kavuşması gerekiyordu. Bu nedenle girişimlerde bulunarak bir ara depo ve hidrofor yapılması için çalışmalar başlattık. Ama yavaş gidiyordu. Birgün rüyamda tepede bir su kaynağı olduğunu gördüm. Bir-iki ay beynimi kurcaladı durdu o iş. Bir ara bundan bir arkadaşıma bahsettim. O da ‘fiziki etüt çalışması yaptır, beynin kurcalanmasın’ dedi. Kendi maaşımla 3 defa fiziki etüt çalışması yaptırdım. Raporlarda tam tepede 3 noktada su kaynağına rastlandı. Kazdık ve suyu çıkardık. TÜBİTAK Araştırma Merkezini arayarak durumu bildirdim. Onlar bana inanmadılar "Yahu oradan 3 ay sonra tuzlu su çıkmaya başlar” dediler. O suyun denizden sızıntı sular olduğunu görüş olarak beyan ettiler. Tabii ki yanıldılar… Çünkü, 3 ay değil 5 sene boyunca bal gibi, tatlı mı tatlı su çıkmıştı. Ve bu suyla manastırdaki yangın hidrantına su verdik. Manastırda suya kavuştu. Bu su haberi Aynaroz ulaşınca Aynaroz Manastırındaki en yaşlı dede olan Keşiş Başkanlığında Bir keşiş heyeti tarihi bir ziyaret gerçekleştirdi. Aya Yorgi manastırına giden yol boyunda 2 adet kayayı çeşme yaptık. Hergün binlerce ziyaretçi 900 m. yokuşu çıkarken bu çeşmelerde soluklanıp, su içerek ferahlıyor. Yol boyunda olan çeşmelere de ORMAN 177 ÇEŞMESİ adını koyduk. Adakule’nin bulunduğu tepedeki çeşmeye de tepenin gerçek adı olan ‘Hızır İlyas Çeşmesi’ adını koyduk. Dolayısıyla hem hayır hem tedbir olmuş oldu.

Patrikhane ile kapışma işinin aslı…

Birde, Patrikhane ile davalık olma durumunuz oldu, bildiğim kadarıyla. O Mesele neydi? Neden kaynaklandı?

Evet, o konu da da bilgi vereyim. çünkü çarpıtıldı bazı yerlerde. Evet, Patrikhane ile davalık oldum. Ama Heybeliada da Orman alanındaki işgalci gecekondular yüzünden. Bu duruma biraz da okuyup, ‘Ormancı’ olamamış bir mülkiyeli sebep oldu. Bir gün Heybeliada da görevli Orman muhafaza memurları beni arayarak Domuztepe mevkii'nde bulunan eski gecekonduların birinin yıkılıp yeniden yapılmakta olduğunu yapan müteahhidin Patrikhane adına çalıştığını ve gerekli izinleri aldıklarını söylediklerini bildirdiler. Bende gerekli araştırmayı yaptım ve Orman idaresinden böyle bir izin alınmadığını tespit ederek memurlarıma duruma müdahale etmelerini söyledim. Memurlar müdahale edip, işi durdurmak istediklerinde müteahhit ve Heybeliada Papaz Okulu Başrahibi, Kaymakamlık ve Belediye Başkanlığından sözlü izin aldıklarını dolayısıyla Orman Bölge Müdürlüğünden (bizlerden) izin almaya gerek duymadıklarını, üstelik ilgili yerin de kendi tapulu malları olduğunu belirtmişlerdi.

Haliyle talimat gereği memurlarda tutanak tutup, şefliğimize gönderdiler. Ancak çok geçmeden Papaz Okulu Başrahibi Apostol Danilidis, o zaman ki Kaymakam Mevlüt Kurban Bey’e giderek, bizim engel olduğumuzu bildirmişti. Kaymakam Bey’de beni telefonla arayarak, orada kilise yapılacağını ve bizzat konuyla kendinin ilgilendiğini, izni kendinin verdiğini bizim müdahale etmememiz gerektiğini bizzat söyledi. Bende, kendisine burasının Devlet Ormanı olduğunu Patrikhanenin talep etmesi halinde Bakanlığımız tarafından değerlendirilebileceğini söyledim. Tabii bunun üzerine Kaymakam Bey hiddetlenerek "Önümüzde 2009 seçimleri var, ben sana ne diyorsam onu yap, yoksa seni içeri attırırım” vb. minvalde sözler sarfederek şahsımı tehdit etmiş, telefonu da suratımıa kapatmıştı. Aynı gün, Başrahip Apostol Danilidis şefliğimize gelerek görüşmek istediğini belirtti. Bende görüşmemiz esnasında talep etmesi halinde Bakanlığımızca bu durumun değerlendirileceğini belirtip, başka detayları da konuşurken, kendisi o bölgedeki 5 dönüm Orman arazisinin kendi mülkleri olduğunu ve asıl amaçlarının sahiplenmek olduğunu belirterek, izin için müracaat etmeyeceklerini ima edip odamı terketti. Ertesi gün memurlar tekrar beni arayıp, müteahhidin işi hızlandırdığını ve çalışmaların devam ettiğini belirttiler. Bende o günkü toplantımızda işletme müdürümüze konuyu aktardım. Kendisi de’ kesinlikle müsaade etmeyin, gerekirse yeni yapılan kısımlarını yıkın’ talimatı verdi. Bende bana bağlı bulunan memurlarıma bu talimatı ilettim. Bunun üzerine memurlar tutanak tutup, yeni yapılan kısımları yıkmışlardı. Ayrıca bizde bu durumu savcılığa bildirdik.

Peki, ardından ne oldu, dava kapandı mı, neler yaşadınız?

Olur mu, kızılca kıyamet koptu derler ya… Aynen öyle şeyler yaşadık. Daha sonar bu olay medyada yansıdı. Malum çevrelerce aynen yukarıda anlattığım şekilde olan bu olay, kasıtlı olarak Patrik Bartholomeus olayından tutun da 6-7 eylül olaylarına kadar ilişkilendirdi. Sn. Kaymakam da Hristiyan cemaatinden bazılarını organize edip, uydurma şikayet dilekçeleri de tanzim ettirip, Aya Yorgi yolunu araç trafiğine kapattığımı, yol boyundaki ağaçları kestirerek çaput asma yasağı koyduğumu, dolayısıyla beni azınlık dinlerine karşı tahammülümün olmadığını, Rum yetimhanesine döşenmek istenen dogalgaz boru hattını engellediğimi, kilise bahçesindeki ağaçları kestiğimi vb. gibi asılsız iddialarda bulunarak hakkımda disiplin soruşturmaları başlattırdı.

Hakkımda davalar açtırdı. Ama idaremizin ve benim haklı olduğum ve görevimi yaptığım ortaya çıktı. Kilise yapmak isteyen ve Orman alanına işgal edip sahiplenmek isteyen Başrahip, müteahhit ve gecekondu sakinleri, ilgili kanunlara muhalefetten ceza aldılar. Patrik beraat etti. Bende niteliksiz mala zarar vermekten cezalandırıldım. Hükmün açıklanması geri bırakıldı. Onlar ceza aldıklarına göre benim suçsuz olmam lazımdı. İtiraz ettim. Halen daha sonuç yok. Zaten bu sene 5 yıl doluyor. Velhasılı Papazlarla tek tatsız olayım biraz daha okuyup, ormancı olamamış o bir kişi yüzünden oldu. Onun haricinde bir sıkıntım hiçbir zaman olmadı.7 sene hep dost olarak Ada ve kilise sakinleriyle geçinip gittik. Bahsettiğim gibi karşılıklı ziyaretler yaptık ve yardımlaştık.

En ufak bir duman tütmesi halinde…

‘Büyükada'da tepede bir kule var… Bir ara gazete’de okumuştum. Onu yıkmak istiyordu dönemin Belediye Başkanı. Onu restore ettirme, ve yeniletme projesinde de sizin emekleriniz var bildiğim kadarıyla… Hatta, ben de o kuleye çıkıp incelemiştim bir ara. Ne güzel bir kule idi o, neden yıkılmak istendi ki? Üstelik ada ve ormanlar için çeşitli önemli fonksiyonları da vardı.

ADAKULE yangın gözetleme ve seyir kulesi. Büyükada'nın en yüksek yerinde 1950 li yıllarda yapılmış yangın gözetleme kulesidir. Ben göreve başladığımda harap bitap halde idi. Beton bir gecekondu ve müştemilat ile çelik konstrüksiyon bir gözetleme kulesinden oluşuyordu. Düşünebiliyor musunuz, yangın gözetleme kulesinde su yoktu. Taşıma suyla idare ediliyordu. 2005 yılında çelik konstrüksiyon gözetleme kule kısmını güçlendirme projesiyle revize ederek, ahşap kapladık.Ve muhafazalı yer haline getirdik. 4 katta 4 bölüm kullanışlı hale geldi.Yangın gözetleyen bekçiler ve yangın ilk müdahale ekipleri buraya konuşlandı. 24 saat boyunca tüm adalar ve Anadolu yakasının Marmara’ya bakan yamaç ormanları yani Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe Ormanlarını gözetleyip, en ufak bir duman tütmesi durumunu Afet Koordinasyon Merkezine bildiriyor, ardından bizim ekiplerimizde anında ilk müdahaleyi yapıyorlardı. Bu arada kule etrafında TÜBİTAK ve 3 Üniversite tarafından deprem, meteoroloji ve hava kirliliği üzerine 4 araştırma istasyonu da kuruldu. Bunların hizmetlerini ve korumasını da biz yaptık. Böylesine önemli bir stratejik tesis, o zaman ki Belediye Başkanını rahatsız etmiş olacak ki, yıkmaya kalktı. Ama Ormanlarda, Orman Kanununun geçerli olduğunu, 5 dava sürecinde de mahkemeleri teker teker kazanarak ona da öğrettik. İlgili Belediye Başkanı geçtiğimiz seçimde yıkıldı, gitti. Ama ADAKULE ilelebet devam edecek.

Adaları iyi bildiğinizi tahmin ediyorum… Adalar’da yapılaşma nasıl, yani eski doğallığını artık yitiriyor mu oralar, ormanlarında artış mı var, azalma mı? Bunu İstanbul için de sorabilirim… Çünkü yapılaşma çok yoğun göze batıyor artık…

Orman alanları uydudan izleniyor. Yapılar artıyor göze de batıyor ama Ormanların artması göze batmıyor; çünkü yeşil. Çünkü artan Orman alanlarını şehir merkezinde yapılar arasında yaşayanlar göremiyor. Görülmeyen şey göze batmaz. Gerçekten orman alanlarında son 15 yılda 1,5 milyon hektar artış oldu. Yeni yeni yapılan ağaçlandırma kampanyalarıyla bu durum her geçen gün artarak da devam ediyor.

Şehirleşmede ilk önce düşünülmesi gereken şey…

Birde şu tez var… Yağmurlar mesela geçtiğimiz haftalarda iyi bir şekilde yağdı. Fakat her yer beton olduğu için bu sular fazlaca birikmez, İstanbul’un su ihtiyacına kısmen katkısı olur vb. bir tez var. Çünkü toprak aşırı betonlaşmadan dolayı bu suyu göremiyor gibisinden… Bu tez doğru bir tez mi?

Büyükada örneği vererek devam edeyim… Biliyorsunuz Büyükada da eski eser yapılar ve 1984 yılında kadar yapılan yapıların hepsinde su sarnıçları bulunur. Çünkü adalarda 1980 li yıllara kadar şebeke suyu yoktur. Osmanlı arşiv kayıtlarında da rastlanan belgelerde Büyükada'nın su dağıtma işi çok önem arzeden bir hizmet olarak kayıtlara geçmiştir. Bu nedenle şehirleşmede en önce düşünülmesi gereken şey yağmur sularının toplanmasıdır. Bu da temel atılırken bina temel çevresine yapılan su sarnıçlarıyla mümkündür. Hem cadde hem çatıdaki yağmur olukları bu sarnıçlara bağlanarak su toplanır. Ama şimdiki yapılara ve caddeler herşeyi kanalizasyona vererek denize akıtıyor. Ondan sonra da su kıtlığı var deniyor. Bu kadar yağmur yağıyor ama bizim modern yapılar nedeniyle, tutulmuyor.

Gördüğüm Orman Mühendisleri ve Ormancılar genelde halim-selim insanlar… Bu doğayla uzun yıllar iç-içe olmalarından kaynaklı bir hal olabilir mi?

Orman Mühendisi uzun vadeli düşünür, vade sonucunda başarısızlık kabul edilemez, bu yüzden olabilir.

"Orman kanunu geçerli burada” diye espri yaparlar, halk arasında… Ne anlamak gerekir bu espriden. Nedir bahsi geçen o ‘Orman Kanunu’. Gerçekle bir ilintisi var mı, az da olsa…

1856 dan başlayarak 1956 kadar temel orman kanunları çıkarılmıştır. Hepsi de orman koruma amacıyla ceza içerir. Affı yoktur. Genel af kapsamı dışında bırakılmıştır. Bu yüzden o kelime çok kullanılır. Ama insanlar farklı yorumluyorlar.

Bunları bilseler acaba annelere nasıl davranırlardı…

2 B yasasıyla ilgili birşey sorayım birde…Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bugüne kadar kentleşme süreci ve 2 B yasası olarak bilinen orman dışına çıkarılan yerler nedeniyle, Orman alanlarında ne kadar azalma oldu. O tarihlerde Orman alanımız ne kadardı bu gün ne kadar. Biraz bahseder misiniz?

Cumhuriyet kurulduktan yıllar sonra yani 1930’lu yıllarda Orman varlığımızla ilgili Alman, Fransız, Avusturya ve İtalyanlar bir de Finlandiyalılar çalışma yapmışlar. Çünkü Osmanlı döneminde Ormanlar yabancılar tarafından işletiliyormuş o yüzden Orman varlığı yabancılar için önemliymiş. Daha sonra Orman Umum Müdürlüğü çalışmalar başlatmış ve Orman varlığımızı hesaplamışlar, ardından da kayıt altına almışlar. Bu bilgiye okuyucularınız çok şaşıracak eminim. 1323 senesinde Orman ve Maden Ziraat Nezareti İstatistik dairesi tarafından yaptırılan 1928,1929,1932 ve 1934 yıllarındaki tahrirlerine ve şark vilayetlerinde 1932,1936,1937 yıllarında bu havalide Mithat Dördüncü, Sabri İnal ve Macit Toran tarafından yapılan tetkikata ait raporlara göre orman alanımız 7.927.000 hektar iken, bugün 21.700.000 hektardır. Yani 3 kat artmıştır. Bu artışın ana sebebi 1937 yılındaki tapulama işlemleridir. Tapulama başladığında Vakıf arazileri hazine adına kayda geçmiş. Vakıf arazilerinin satışı yapılırken Ormancılar ve çevreciler müdahil olup ilk Orman kanunu çıkarılarak, bu vakıf arazilerinin satışı engellenmiş, çoğunun orman arazisi olarak bırakılması sağlanmıştır. Diğer taraftan köyden kente göç başlayınca boş bırakılan ekip biçilmeyen hazine yerleri de orman örtüsü ile kaplanmış. Ormancılar ağaçlandırma yapmış v.s. Bu arada 2B yasasıyla 1982-1989 yılları arasında 500.000 hektar orman alanı orman dışına çıkarılmış ancak orman idaresi tarafından başlatılan çalışmalar ile bu alan yine 4 katı alan ağaçlandırılarak geri kazanılmıştır.

Birde hayvanlar ve orman ilişkisi var.. Bizlere göre siz bunu iyi gözlemleyen biri olmalısınız… Çevreci yanınız, hayvan sevginiz eminim çok daha kuvvetlidir. Sizce, biz insanlar bunu yeterince anlayabiliyor algılayabiliyor muyuz?

Zaten herşey burada kopuyor. Ormanın tanımı yanlış yapılıyor. Biz ormana sahip çıkmaya kalkıyoruz. Ormana şartlar koşuyoruz. Bencil davranarak ‘bindiğimiz dalı kesiyoruz’ diyebilirim. Yani ormanlar bizim değil biz de dahil olmak üzere tüm canlılar Ormanındır. Orman, ağaç topluluğu değildir. Orman yeşil değildir. Orman, birbirine besin zinciriyle bağlı canlılar topluluğu da değildir. Orman, her canlının devamlılığını sağlaması için, birbirine karşı görevler üstlendiği ekosistemlerdir. Büyük küçüğü yer deyimi kullanılır. Besin zinciri anlatılır. Ama Ormanların dünyanın hayat kaynağı olduğu anlatılmaz. Ormanlar sayesinde su döngüsü madde döngüsünün sağlandığı anlatılmaz. Ormanlar sayesinde nefes aldığımız, yediğimiz, içtiğimiz anlatılmaz. Özellikle, böcekler sayesinde doyduğumuz anlatılmaz. Bitkilerin gövde ve yapraklarını böceklerin yumurtalarına kuluçka olarak sunduğunu ve bizim basit bir yaprak olarak gördüğümüz yaprağın aslında kuluçka annesi olduğunu bilmez insanlar. Bir kelebeğin yumurtasının bir sinek için kuluçka annesi olduğunu, bir tırtılın başka bir sineğin taşıyıcı annesi olduğunu bilmez insanlar. Bunları bilseler acaba annelere nasıl davranırlardı.

Beni örgüt militanı zannetmişler!

Kitaplarla aranız nasıl, ne tür kitapları ve yazarlarını okursunuz?Yazarına güvendiğim tüm kitapları okurum. Ama ekoloji kitapları daha ilgimi çeker. Ekolojinin temelinde toprak vardır. Aşık Veyselin dediği gibi. KARA TOPRAK. Toprak hayattır. Bunu anlasa insanlar o zaman bina yapmaz, toprak üzerine basmaz, kayalarda askılı çadır kentler kurup, oralarda yaşarlar. Toprakları korurlar. Toprak oluşumuda kayalardan başlar bu nedenlede kayaları çok severim. Onların ayrışmasını takip ederim. Onların ayrışmasına ve toprak oluşumuna neden olan bakteriler algler yosunlar v.b hakkında okur araştırırım.

Eminim uzun yıllar çeşitli bölgelerde ve illerde Ormancılık yaptınız.. Sizi çok şaşırtan, ürküten ya da korkutan ya da ‘vay be’ dedirten türden, bir şeyler yaşadınız mı, gördünüz mü?

Orman yangınlarını söndürmeye çalışırken yangın etrafımı çevirdiğinde çok korkmuştum. Allah (c.c) yardım etti. Rüzgar döndü. Yol açıldı, çıktım. O zamanı bir daha yaşatmasın mevla. Bir de 1994-1995 yıllarında Şırnak ta görev yaparken, Uludere ye gitmiştim. Çok şaşırmıştım. Adeta kayadan bir çukur ortasında bir yerdi. Bir daha da gitmedim. Oradan Andaça Hezil Çayı akar. Hezil, Cudi eteklerindedir. Çayın bir tarafı terör örgütünün baskın yaptığı, diğer tarafı da askerimizin kontrol ettiği orman arazisi idi. Kontrol noktasından geçtikten sonra mevzilere haber verilmemiş. Bir köprüde ben çayın güzelliğini seyredeyim diye aracı durdurup inmiştim. Öteye, beriye bakarken mevzilerden ateş başladı. Kurşunlar su birikintilerine dalıyordu. Hemen araca binip mevziden uzaklaştık. İlk kontrol noktasında durdurulduk. Sonra ‘Ya şefim, siz miydiniz’ dedi, askerlerimiz. Bende ‘Ya siz ne sandınız’diye karşılık verdim. Onlardai ‘Bizim mevzilerdeki askerler sizi tanımadığı için köprüye mayın koymaya çalışan örgüt militanı zannetmişler, o yüzden de sizin tarafa ateş açmışlar’ dedi. Yıllar sonra o ateş eden askerle İzmit’te karşılaştım. Anılarımızı anlatırken ateş edenin o olduğunu öğrendim. Zor yıllardı, o yıllar ama iyi ki gitmişim ve oraları görmüş ve yaşamışım. Şimdi ki durumları bu sayede daha iyi yorumlayabiliyorum.---- 2014@Sezai ŞENGÖNÜL

 

Sitemiz yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm haklarının sahibidir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.
YUKARI