radyobir
radyobir

"O cezaevinde, ben ise anasız babasız gurbetlerde"

Elif Güney Pütün: 'Yılmaz Güney sinemacı olmasaydı, çok ama çok iyi bir özel eğitimci olurdu.'

12 Mayıs 2015 07:04 | Güncelleme :12 Mayıs 2015 11:01 | Kategori: Yaşam

Bir roman yazarının, anlatı yolculuğundaki  en mühim geçidi romanın girizgâhıdır, bir şairin ilk mısrası da böylesi sancılıdır. Bir söyleşide, bir röportajda da sanırım en zor yer ilk sorunun seçilmesidir. Bunun sıra dışı, kimi yüksek uzmanlarca kabul edilemez olduğunu biliyorum, burada soruları soracak pozisyonda olan ben, cevaplayacak olan da sizsiniz. Ancak yardımınıza ihtiyacım var, Baba'nın kızı, ilk soruyu siz sorun ve konuşulacaklar  musluğun açılmasıyla dökülmeye başlasın.

- Bugüne kadar tüm söyleşilerinizde Babanız  ile ilgili konuştunuz. Ama sizin, size ait bir kimliği ve mesleği var. Kendinizden bahseder misiniz?

Teşekkürler. Musluk açıldı, şimdi sayfaya su doldurmak için engel yok.

- Fransa'da Psiko-Pedagoji okudum. Adım Elif Güney, Pedagog Elif Güney. Burada bir tekrar yapmak istiyorum; Güney benim soyadım değil, Elif annemin bana vermiş olduğu ad, Güney de babamın  koymuş olduğu adım. 

Meslek hayatınız sanatla ilgili değil, neden böyle bir mesleğe yöneldiniz?

- Belki ana payda da dediğiniz  doğrudur, ama bence özel eğitimde ince bir sanat işidir. 

İşçiliğiniz çocuklar üstüne, buna nasıl karar kıldınız?

- 13 yaşımda çocuklarla çalışmaya karar verdim; Pedagog olacağım diye hedef koydum önüme. Çünkü 8 yaşımda kendime şöyle dediğimi hatırlıyorum:
'Büyüklerin dünyası çok ayrı bir yer, duyguları çok farklı.'  

8 yaşındayken babanız yaşıyordu. Siz kaç yaşındayken babanız vefat etti?

-  Babam,  ben 18 yaşındayken vefat etti. Ancak ben babamla  15 yaşındayken birlikle yaşamaya başladım.

Büyüklerin dünyası diyorsunuz, neden çocuk Elif'in dünyası ile onların dünyasını iki ayrı dünyaya ayırdınız, iç içe ve ayrı iki dünyaya?

-  Büyüklerin hislerini dondurduklarını ve biz çocuklar için önemli olan şeylerin onlar için anlaşılmaz olduğunu, biz çocukları tek tip, böyle olunması gerek diyerek kısıtladıklarını içten hissettim.

Çocukluğunuz ile hesaplaşmanızı bitirmemişsiniz. Savaş mağduru birinin hayatını savaş karşıtlığıyla geçirmesi, bu şekilde mücadele etmesi gibi. Çocukluğunuzda hissettiklerinizin sizi bu mesleğe yönlendirdiğini düşünüyorum.

- Evet, çocukken neler hissettiklerimi unutabilmem mümkün değil, ama onlarla yaşamayı öğrendim. Ve yaşadıklarımdan güç kazandım. Unutmak diye bir şey yok zaten, önemli olan yaşadıklarınla nasıl bir kişilik sahibi olduğun. Eğer yaşadıkların seni dünyaya, insana duyarlı kılabiliyorsa hesaplaşman da  « güzel » bir anlam kazanır; Ama eğer yaşadıkların seni duyarsız, asi, « zehirli » bir insan yapıyorsa, iste o zaman kısır ve zararlı bir hesaplaşma içindesindir demektir.

İnsan unutamadıklarının ya kölesi, ya da savaşçısıdır. Çalıştığınız çocuklar nörotipik çocuklar değil.

- Evet, 'farklı' çocuklarla çalışıyorum.

Farklı derken, mesela?

- Mesela Otizm...

Baba'nın filmlerinde de çocuklar önemli yer kaplıyor. Genç yaşında aramızdan ayrılmamış olsaydı özel eğitime ihtiyaç duyan çocuklar ile ilgili de film yapar  mıydı?

- Kesinlikle. Belki de onunla beraber yapmak istediğim en keyifli iş bu olurdu.

Yani babanın ekinde olmak.

- Evet.

Onunla beraber yaşamaya başlamadan önce filmlerini mutlaka izlemişsinizdir.

- O dönem Yılmaz Güney'in filmleri kapışılırdı. Ülkede, fotoğraflarının girmediği bir köyün kalmadığı birinden bahsediyoruz.  Tabi ki izlemiştim.

Filmdeki Baba ile, beraber yaşamaya başladığınız Baba aynı baba mıydı?

- Hayır değildi. Filmlerinde çocuklarına karşı anlayışlı, sevecen, yakın olan baba, benden çok uzaktaydı. İletişim kuramıyorduk, çok farklı dünyalardaydık. Babama göre benim belli bir kalıba uymam gerekiyordu ve ben o kalıba uyamıyordum. Babam için önemli olan kendi düşünce tarzına göre beni görebilmekti. Ama ben onun vermek istediklerine hazır değildim, babam da çok yorgun ve yoğun idi, hem o dönem yaşadığı ve gittikçe ağırlaşan hastalığı (ne yazık ki benim farkına varamadığım hastalığı), hem sürgünlüğü,  hem de yapmak istediklerinin kendisinde yarattığı depremle beraber yapıyor oldukları ve hastalığından-yaşadığı sürgün koşullarından dolayı yapamamayı düşünmenin onda yarattığı ruh hali.  Babamla barıştım, onu çok iyi anladım. İkimizin de beklentileri çok fazlaydı, benim sadece bir « baba » beklentim vardı, onun için ise toplumsal sanatı başta olmak üzere toplumsal olan her şey... Ben babamla yaşadığım yıllarda, benim nasıl olduğumla ilgilenmesini isterdim, beklentim çok tutkuluydu, şiddetliydi. Onun hangi rengi, hangi çiçeği sevdiğimi bilmesini isterdim, ne bileyim, mesela hangi yemeği sevdiğimi sorsun isterdim, böyle bir baba istiyordum. Ne olacağıma odaklanmadan önce, ne olduğumla ilgilenen bir baba.

Bir kız çocuğunun en büyük beklentisi ve naz payı babasınadır. Babanız ile  istekleriniz, beklentileriniz çatışmış.

- Elbette babasınadır. Evet, İsteklerimiz farklıydı ve çatışıyorduk. Ben onun benim kim olduğumu keşfetmesini isterken, o ise bir düşünce tarzını keşfetmemi istiyordu. 

Uzun vadede haklı olan oydu, ama şu da var ki yakından gidilmedikçe uzaklara varılamıyor. Yaşadığı cezaevi koşulları, hayal dünyasında yaşadığı heyecanı, toplumsal hareketler karşısında kayıtsız duramayışının yanı sıra sizinle yıllardan sonra ilk kez beraber yaşamaya başlamanın verdiği yabancılık bunda etkili olmuştur. Anladığım kadarıyla siz kızının saçlarını örecek bir Baba ararken, o sizi bir öğrenci görüp, bir devrimci olarak şekillendirmek istiyormuş.

- Evet. Baba ve kızın beklentisi çok büyüktü. Çok geç kalmış bir buluşmadaydık ve erken ayrılacağımızı  bile bilmiyorduk. Gerçi eminim o biliyordu, ama ben bilemedim. Biz öncemizi ve sonramızı o küçücük zaman dilimine sığdırmaya çalışmıştık. Tutku, aşk da böyle değil mi, yoğun bir hayatı ayak üstü anlatmaya kalkışırsan o kadar yüzeysel, eksik, sıradan kalırsın ki. Gerçi o dönem ben 15 yaşındaydım, pek saçı örülecek yaşta değildim, ama metaforik olarak bu dediğinize katılıyorum. O dönem,, ikimizde ülkeyi terk etmiştik, ikimizin bir başka özelliği de yıllar boyu tipik bir hayattan mahrum kalmış olmamız, ailevi kodlara alışık olamamamızdı. O ceza evinde, ben ise anasız babasız « gurbetlerde ». Onu bağladıkları ceza evinde ayakta tutan heyecanıydı, umuduydu, yaratıcılığıydı. Beni ise içimde bir gün peydah olan mum ışığı: Yarın bir gün her şey güzel olacak.... 

Paris'te babasıyla beraber bir odanın farklı yerlerinde acı çeken iki kimse... Siz ergenlik dönemindeyken, ben merkezci bir dönemdir bu, o ise toprağından ayrılmış yüce bir meyve ağacı... Siz meyve istiyorum, derken,  o ise köklerini saldığı kızgın asfaltlarda dik durmaya çalışıyor... Babanız sizin aktif bir devrimci olmanızı  istiyordu.

- Devrim, değişimdir; bir düzeni, bir bakış açısını değiştirmek, düşünmeye yöneltmektir. Aslında,  her şeyden önce esas olan bir iç devrimdir, farkındalıktır  ve fark ettirmeye, bilinçlendirmeye yöneliktir. 
Her ebeveynin çocukları için kurmuş olduğu « hayalleri » vardır.  Çocuklarımıza rol biçeriz, kendi değerlerimizi empoze etmek isteriz ve bu aslında çocuğun iç yapılanması için doğal ve gerekli bir yaklaşımdır. Ancak önemli olan çocuğumuzun kendi değerlerine ulaşmak için geçeceği yolda rehber olmaktır.
Ben farklı bir dünyada yaşayan çocukların dünyalarına girmek çabasıyla onları bize çekmek yerine, onların boyutuna gitmeye çabaladım;  üretken olmayan, belki de hiç olamayacak kişilere ufak da olsa bir el, bir dil, bir his olmak istedim. Konuşamayan çocukları anlamak çok iyi bir gözlem ister, babam iyi bir gözlemciydi, her ne kadar yaşadığım sürgün şartları ve öncesindeki şartlardan dolayı beni gözlemleyememişse de,  bazen düşünürüm, Yılmaz Güney sinemacı olmasaydı çok ama çok iyi bir özel eğitimci olurdu. Bir özel öğrenme güçlüğü yaşayan, otizmli ya da down sendromlu, veya mental retardasyon yaşayan çocuğun o an ki ihtiyaçlarını anlamak ve onun bir şekilde kendini ifade etmesine yardımcı olmak için onun dünyasına girmek gerek...

Baba'nın filmlerde yaptığından farklı bir şey yapmamışsınız o zaman. Baba filmini anımsadım şimdi, orada o çocuklara bir el bir dil bir his olmuştu: şöyle, 'mundulin'in de geçtiği o replikleri unutabilmek mümkün değil. Bence de babanız sağ olmuş olsaydı Özel Eğitime yönelebilirdi, çünkü babanız çağı çok iyi okuyabiliyordu, keşke erken bir ayrılık olmasaydı. Özel Eğitim konusunda sinema sektörü zengin değil.

- Dünya'da da pek zengin olunduğu söylenemez. Mesela Hintli bir yönetmen var,  Aamir Khan, o bu konuya eğilmiş... Ama Türkiye'de Özel Eğitim alanında çalışma anladığım kadarıyla bayağı  fakir. 

Otizmli çocukların kriz yaşadıklarında nasıl davranıyorsunuz? Siz otizmli bir birey değilsiniz, ama çocukluğunuzda sizin de yaşadığınız krizler yok değil, bu krizlerin birbirinden farklı olduğunu ve mukayese amacıyla söylemediğimi biliyorsunuz. Sadece merak.

- Bir örnek vermek istiyorum. Bir gün sınıfımdaki 6 yaşındaki otizmli kız öğrencim 'krize' girip kendine vurmaya başladı. Daha doğrusu yerde oturup kafasını ayaklarına doğru şiddetle sallayıp kafasını ayakkabılarına vuruyordu. Genel olarak iş arkadaşlarım o kız öğrencimiz böyle bir duruma düştüğünde onu tutar ve kendisine zarar vermesini engellerlerdi. Ben ise tam tersini yaptım, engellemedim.

Kızın kendisine zarar vermesine izin mi verdiniz?

- Tabii ki hayır! Sadece kafasıyla ayakkabılarının arasına bir yastık koydum, arkasına geçtim, onu rahatsız edecek bir fiziksel kontakta bulunmadan onu bacaklarımla sarmaladım. Arkasındaydım şimdi, oturuyordum, bacaklarımın dairesi ile ona bir çerçeve sunmuştum ve şarkı söylüyordum, usulca bir şarkı... 

Yani?

- Yani artık onun dünyasındaydım. Ona benim dünyama girmesi için baskı yapmamıştım.

Otizmli bir çocuğun yaşadıkları, denildiğinde aklınıza gelen ilk '3' sözcüğü söyler misiniz, bu soruyu sormamın öyle planlı bir bağlantısı falan yok.

- Korku, çaresizlik, bölünme...

3 sözcük, üç karşılık anlamı da yanında çağırır. Otizmli çocuk korkar, çaresizlik yaşar ve bölüneceğini düşünür. Peki sizce ideal bir eğitimci denildiğinde aklınıza ilk gelenleri üç sözcükle kodlar mısınız?

- Güvenlir, rehber, temas...  Tabii ki sadece bu üç sözcükle yetinemeyiz. Otizm bugün artık bilim adamları tarafından psikiyatrik bir «hastalık» olarak değil de,  beynin işlevselliğini etkileyen «ağır gelişim bozukluğu» olarak tanımlanıyor.  Hastalık terimi değişik anlamda çağrışımlar yarattığı için, otizmi bu şekilde tanımlamak ayni zamanda daha bir umut verici… Hastalık deyince,  aklımıza  «ilaç, tedavi,  neden,  sebep» terimleri geliyor. Bir zamanlar Amerikalı  ünlü çocuk uzmanları  aileyi ve özellikle de anneyi, daha doğrusu annenin çocukla sağlıklı bir şekilde kuramadığı  ilişkiyi suç unsuru olarak belirtiyordu. Bir «suç unsuru» nun ortadan kalkmış olması otizme yaklaşımı da değiştirdi. Otizmli çocukların eğitiminde aileye desteği de göz ardı edemeyiz; çocuğun kişisel eğitimi ile paralel bir şekilde ailenin de yardım alması çok önemlidir. Ailenin çocuklarının  bulunduğu «boyut» a yaklaşmaları çocuklarına yönelen bakış  açılarını  genişletmeleri çocuğun gelişimi için çok önemlidir. 

Vahap IŞIK (Radikal)

Sitemiz yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm haklarının sahibidir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.
YUKARI